İSKENDER SAVAŞIR "RESSAMIN SÖYLEDİĞİ VE RÜZGARINDAKİLER"

RESSAMIN SÖYLEDİĞİ VE RÜZGARINDAKİLER… 

Nazan Azeri’nin işleri, önce bir Cafe’de reprodüksiyonlarıyla, sonra stüdyosunda kendileriyle geçirdiğim 3-4 saatten bir küsur ay sonra, zihnimde, hafızada üç öbek halinde duruyorlar. Son, burada sergileyeceği işlerini daha Web’e koymamış, dolayısıyla anılarımı Web izlenimleri ile sınayamıyorum— ama belki böylesi daha iyi…Çünkü biraz sonra, daha etraflı olarak üzerinde durmayı umabildiğim gibi, neyin kaldığı, kalabildiği, zamanın geçişine neyin direnebildiği, bu geçişle imgelerin nasıl yeni anlamlar, çağrışımlar edindiği, sanatçıyı meşgul eden merkezî sorunlardan biri gibi duruyor.
 
Birinci öbekte, sayısal olarak çoğunluğu oluşturan, büyük tualler var. Güçlü, güçleri ölçüsünde de rahatsız eden imgeler… Sevdiğimi söyleyebileceğim resimler değil ama zaten sevilmeyi de pek talep etmiyorlar sanki. 
 
Odalar var burada, kapılar, merdivenler, modern olduklarını ilk bakışta ele veren çeşitli mimarî unsurlar var ama birbirlerine ulanma, bağlanma, iç içe geçme tarzları gerçeklikte olduğu ya da hiç değilse algıda verildiği gibi değil— bir süzgeçten, yeniden kurgulama, “kompoze edilme” sürecinden geçerek bir araya gelmişler tual üzerinde…
 
Ama bu kompozisyon tarzı bir alternatife işaret etmekten çok, aksine alternatifsizliğe, mekânların nasıl bir ufuk duygusuna yer bırakmayacak şekilde bir çerçeve, Heidegger’den ödünç alınma bir deyişle “Gestell” ya da artık popüler dile mal olmuş söyleyişiyle “matrix” oluşturduklarına tanıklık ediyor.
 
Rahatsız etmeyi hedefliyor bu resimler ama korkarım kast ettikleri rahatsızlığı aşan ve günümüzde (modern zamanlarda?) yapılan bir çok sanat eserine genellenebilecek bir itirazım var— “matrix”, “Gestell” gibi terimlerle tarif edilen gerçekliğin, yaşadığımız hayat hakkında söylenebilecek son söz olmadığını, bu kavramların tarif ettiği gerçeklik alanının ötesinde, berisinde, kıyısında, içinde bir yerlerde başka yaşantı olanakları olduğunu da düşünenler, zannedenler, vehmedenlerimiz ve sanat eserlerinden,  daha ziyade bu olanaklara işaret etmelerini, onların önünü açmalarını bekleyenlerimiz için Nazan Azeri’ninki gibi işlerin, tarif ve teşhir etmeye çalıştıkları , gerçekliğin bir parçası olmaya, hatta o gerçekliğin kasveti ile suç ortaklığı yapıyor olma konumuna düşme riskleri var (“çözümün parçası olmayan sorunun bir parçasıdır” gibi bir şey…)
 
İkinci öbekte, serginin duyurularında da yer alan silinmiş, üstü örtülmüş fotoğraflardan oluşan, daha çok birer desen tadındaki işler (ya da yoksa tek bir iş mi?) yer alıyor.
 
Sergi, “Adı Konmamış” olarak adlandırılmış; bu iş(ler) sanki fotoğrafların, giderek gündelik olağan görünüşlerimizin de bizi kendimize yabancılaştıran bir nitelik kazandığı, bizi bir kimliğe hapsettiği koşullarda, eksilmenin, örtünmenin, gizlenmenin kendimize, kendi “hakikatimize” yaraşır bir görünüş kazanabilmenin yegâne koşulu olabileceğini düşündürüyor.
 
Sonuncu öbekte ise video(lar) var. İşin adı olarak konulmuş olan “annemin gelinliği”, duygusal yükü ağır bir adlandırma; bu yüzden de, ne kadar yoğun bir ideolojik yükle de yüklenmiş olduğu, bizi en dokunaklı, en özel, ne mahrem zannettiğimiz yerlerimizden nasıl ortak, kamusal alanın ideolojik alanına ne kadar sıkı sıkıya bağladığı gözden kaçabilir.
 
Feyyaz Yaman’la konuşmamızda söylediklerimi tekrarlamaya çalışayım… Bizi kuşaklar silsilesi içersindeki yerimizi almaya davet eden, annemizden, hayatla törenin kesiştiği yerden alıp da, bir sonraki kuşağa da devretmemiz beklenen emanetler üzerine düşünmeye, hatta içlenmeye davet eden ve çok özel olduğunu zannetmeye çok yatkın olacağımız bir sürü çağrışım…
 
Oysa rüzgârda savrulan, çırpınan kumaş parçası bütün bunlarla tamamen ilişkisiz olmayan, ama yine de hepsinden farklı, bağımsızlaşan, bambaşka çağrışımlar (örneğin Feyyaz Edgar Allan Poe’nın hikâyelerinde söz etti) davet eden bir hikâye anlatıyor.
 
Bu videolarda tanıdık, son derece özel ve tanıdık eşya bizim ona yüklediğimiz anlamları, hikâyeleri taşıyor taşımasına da, o anlamlar bütününü sanki çok sert bir şekilde bir doğa zemini ile yüzleştiriyor.
 
Ezcümle… Nazan Azeri’nin sergisinde birden fazla sanatçı tavrı var gibi geliyor bana… Bir yanda, “peinture” dilini konuştuğu tuallerde, ne söylediğinden benim için fazla emin olan, kendi kompozisyon anlayışına güvenen, fazla iddialı bir sanatçı. Desen ve videolarda ise, sanatçı sanki silinen fotoğraflar ve gündelik anlamlarla birlikte kendisinin biraz silinmesine razı olmuş, kendisinin içinden başka, daha sert, daha anlaşılmaz bir şeyin dile gelmesinin imkânlarının araştırıldığı, sezildiği bir aralık, bir geçit olmayı denemiş…
*Nazan Azeri, “Sanatı Üzerine Söyleşiler Yazılar “isimli kitapçıkta ve “Adı Konmamış” serge kataloğunda yayınlandı.